4. İMÂM-I RABBÂNÎNİN "kaddesallahü sirrehül'azîz" İRŞÂDI ve HAYATI
Hâce Bâkî-billâh "kuddise sirruh", imâm-ı Rabbânîyi "kaddesallahü sirrehül'azîz" mutlak icâzet ile Serhend şehrine gönderince (Memleketine gelince,) zâhirî ve bâtınî ilm ve nûrlarını dünyâya yaymağa, tâlibleri yetişdirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti âleme yayılıp, her tarafdan gelen âşıklar arasında, kendi üstâdı da, onun nûrundan fâidelenmeğe geliyordu. Herkesin kalbini ilm ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini diriltiyor ve kuvvetlendiriyordu. Zemânının pâdişâhlarını, vâlî, kumandan, âlim, hâkimlerini çok te'sîrli mektûblar ile dîne, sünnet-i seniyyeye teşvîk ediyordu. Çok âlim ve evliyâ yetişdiriyordu.
Talebelerine (Beydâvî tefsîri), (Sahîh-i Buhârî), (Mişkât-i Mesâbîh), (Avârif-ül-Me'ârif), (Usûl-i Pezdevî), (Hidâye) ve (Şerhi Mevâkıf) gibi ba'zı din kitâblarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zemânlarında dahî talebelerine ilm tahsîlini sıkı sıkı emr eder, buna çok önem verirdi.
Allahü teâlâ ona o kadar ilm-i bâtın ihsân etmişdi ki, kendine mahsûs olan ilmleri de cihâna yaydı. Hocası Bâkî-billah da "rahmetullahi teâlâ aleyh" bu yeni ilmlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ birgün geldiği zemân, İmâm-ı Rabbânî'yi kalbi ile meşgûl görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstâdı; "Fakîr Muhammed Bâkî" dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edeb ve tevâzu' ile karşıladı.
İrşâd sesleri dünyâya yayıldı. Hidâyet âvâzları, kalbleri behâr gibi yapıp, nice yenilikler, yeşillikler, zuhûra geldi. Kutb-ül-aktâb davulu, onun ismiyle çalındı. Vilâyet derecelerine kavuşmak, onun bir iltifâtı ile nasîb oluyordu. Ebdâller ve Evtâdler, onun huzûruna koşdu. Vilâyet nûrları, kerâmet bereketleri, dil ile anlatılacak, yazı ile bildirilecek cinsden değildir. Dalâlet ve şaşkınlık sahrâsında kalanlar, onun sohbetinde hidâyete kavuşdu.
Uzaklık denizinde boğulmak üzere olanlar, yakınlık sâhiline, onun bir iltifâtı ile erişdi. Hakîkat ve ma'rifet tâlibleri, karınca gibi etrâfına üşüşdü. Sultânlar, kumandânlar ve vâlîler, pervâne gibi bu hidâyet kaynağının ışığı ile aydınlandı. Huzûrunda, talebeye nisân yağmuru gibi gelen feyzlere, yedi kat gökdeki melekler gıbta eder oldu. Her tarafda, âlimler ve fâdıllar, onun büyüklüğünü, kerâmetlerini işiterek, vilâyet saçan kapısının eşiğine yüz sürmek için acele etdiler. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran teveccühleri ve nazarları bereketi ile, huzûra, nûra ve hiç uğraşmadan müşâhedeye ve çile çıkarmadan, tevhîde kavuşdular. Vahdet denizine dalmadan, ehâdiyyet deryâsında yok olmaları, hiç zahmetsiz hâsıl oldu. Kesretde vahdetin müşâhedesi, muhabbet cezbeleri ile gönül ma'rifetleri, küçük bir iltifâtlarının semeresi oldu. Ahrâriyye nisbeti yeniden kuvvetlendi. Hattâ onun bereketli gayretleri ile bütün dünyâya yayıldı. O zemâna kadar bilinen sülük ve cezbenin ötesinde, başka nisbetler ele geçdi. Ondan önce gelenlerin, iftâr etmeden oruc tutmaları, kırk gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun huzûrunda yetişenler için, özenilecek birşey olmakdan çıkdı. Amellerde ve ibâdetlerde i'tidâl üzere olmak, düâ ve tâ'atlerde sünnete tâm yapışmak, onların yerini aldı. Yıllarca riyâzet çekmekle ele geçebilenler, onun bereket ve teveccühü ile, hemen hâsıl oluyordu. Mubârek zâtı "rahmetullahi teâlâ aleyh", Allahü teâlânın büyük ni'meti ve Resûlünün "sallallahü aleyhi ve sellem" vekîli oldu. Nihâyetsiz yolların rehberliği, önderliği ona verildi. İkinci bin yıllarının müceddidi oldu. Böylece, kıyâmete kadar, her kime feyz ve bereket gelse, onun vâsıtası ile gelir. Yeni yeni ilmleri, duyulmayan ma'rifetleri, kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı garîb keşfleri ile, yeni bir yol açdığı güneş gibi meydândadır.
Her yüz sene başında bir (Müceddid), [dîni kuvvetlendirici] gelir. Ammâ, yüz senede gelen müceddid ile, bin senede bir gelen müceddid arasında çok fark vardır. Yüzle bin arasında ne kadar fark var ise, bu iki müceddid arasında da o kadar, hattâ dahâ çok fark vardır. Müceddid, o müddet içinde herkese onun vâsıtası ile feyz ve bereket gelen zâtdır. Kutblar, Evtâd, Büdelâ ve Nücebâ "kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz" dahî ondan feyz alırlar.
İmâm-ı Ahmed Rabbânînin "kuddise sirruh" vakti şöyledir ki, eski ümmetler zemânında dünyânın zulmet ile dolduğu yıllarda, ülül'azm bir Peygamber gelir ve yeni bir din getirirdi. Ümmetlerin en hayrlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu ümmetin Peygamberi de, Peygamberlerin sonuncusudur "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât". Bu ümmetin âlimleri, Benî-İsrâîlin Peygamberleri gibidir. Hadîs-i şerîfde, böyle olduğu bildiriliyor. Bu ümmetde âlimlerin varlığı kâfî görüldü. Böyle bir vaktde, ya'nî Peygamber efendimizden "sallallahü aleyhi ve sellem" bin sene sonra, ma'rifeti tâm, âlim ve ârif bir zât lâzımdır ki, eski ümmetlerdeki ülül'azm bir Peygamberin yerini tutsun. Zîrâ, bu ümmetin âhırî, Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtından bin sene sonradır. Çünki, bin sene geçmesinde büyük bir husûsiyyet ve işlerin değişmesinde kuvvetli te'sîrler vardır. Bu ümmetde ve bu dinde değişiklik olmıyacaına göre, şübhesiz geçmişlerdeki nisbetin ve o sağlam yolun, sonra gelenlerde yeniden kuvvetlenmesi zarûrîdir. Böylece, imâm-ı Ahmed Rabbânînin "kuddise sirruh" mubârek zâtını, nübüvvet ve risâletin bütün kemâlâtini câmi' kılıp, bu yüksek makâm ile diğerlerinden ayırdılar.
Onun şaşılacak ilmlerine, Zât-i ilâhiyyeye âid ma'rifetlerine, temiz ahlâkına ve hâlleri, mevâcid ve tecellîleri ve zuhûrları bildiren sözlerine ve yazılarına bakanlar, bunu gâyet iyi anlar. Çünki, bunlar islâmiyyetin özü, dînin esâsı ve Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına âid ilmlerin hülâsasıdır. Kâ'be-i mu'azzamânın hakîkati, Kur'ân-ı kerîmin hakîkati, nemâzın hakîkati, ma'bûdiyyet-i sırfa, muhabbetin; hıllet, muhibbiyyet ve mahbûbiyyet gibi dereceleri, te'ayyün-i vücûdî, te'ayyün-i hubbî, lâ-te'ayyün mertebesi, mahlûkatın mebde-i te'ayyünlerinin zuhûru, Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i te'ayyünleri, talebenin isti'dâdlarının hangi sıfat ve ism-i ilâhî ile münâsebeti olduğu, Evliyânın meşrebleri, hangisi Muhammedî-ül meşreb, hangisi İbrâhîm-ül meşreb... muhibbiyyet ve mahbûbiyyet-i zâtiyye ile olan kendi vilâyetleri, bunların husûsiyyetlerinin hakîkî hüviyyetleri, kayyûmluğun hakîkati, sabâhat ve melâhatin esrârı ve bu iki güzelliğin karışması ve dahâ nice esrâr ve ma'nâlar, Allahü teâlâ tarafından ona ihsân edildi. Dahâ önce gelen Evliyâdan "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în" hiçbirisi bunlardan bahs etmedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocasının mahdûmlarına gönderdiği bir mektûbda şöyle buyurmuşdur: "Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhıret ni'metlerine kavuşduran kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtâc olan bu zevallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelîmeleri ondan okudum. Herkesin senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zemânda elime geçdi. İnsanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıktan haberi olmıyan bu zevallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuşdu. Böyle az bir zemânda, tesavvufu tatmış olanların, tecellîler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazanclar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütf ederek, acıyarak mubârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tesavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet (beraberlik), ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma'rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bıraklmadı..."
Müslimânların zaif düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zemânda, binlerce kâfir İmâm-ı Rabbânî'nin elinde müslimân oldu. Çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tevbe ederek sâlih müslimân oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rü'yâda ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, sâlih, genc, ihtiyâr binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikr eder olmuşdur. Huzûrundaki pekçok sayıda talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuşdur. Her ân kerâmetleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu bildirilmişdir.
İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh", İslâm dininde her sözü sened olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velîdir. Kelâm ilminde de müctehiddir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri dahâ ilm deryâsına yeni daldığı sıralarda Peygamberimizi "sallallahü aleyhi ve sellem" rü'yâda görmüşdü. Peygamber efendimiz kendisine buyurmuşdu ki: "Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın." Bu rü'yâsını hocasına anlatmışdı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes'elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fekat, mes'elelerin çoğunda (Mâtürîdîyye) imâmımız ile berâberdir. Eski Yunan feylesoflarının İslâmiyyete uymayan sözlerini red edip, yanıldıklarını isbât etdi. Tesavvuf büyüklerini tanıyamayarak, sözlerini anlamıyarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydâna çıkardı. Önceki birkaç asrda İslâmiyete çok sinsi bir şekilde, din düşmânları tarafından sokulmak istenen felsefî düşünceleri tamâmen bertaraf etdi. Yazdığı mektûblar ve kitâblarla, kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevâb teşkil edecek îzâhlar ve açıklamalar yapdı. Dahâ 18 yaşında iken yazdığı (İsbâtün-nübüvvet) (Peygamberliğin İsbâtı) kitâbı ile peygamberleri feylesoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allahın dînini bildiren ve Allahü teâlânın seçtiği kimseler, feylesofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açıkça ve kesin delîllerle isbât etmişdir. Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamberleri feylesof zan edenlerin veyâ onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslam dînine insan düşüncesi ve fikri karışdırmak ve böylece dîni, zemânla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmışdır. Büyük Ehl-i sünnet âlimleri ve evliyânın da ancak Muhammed aleyhisselâmın tam yolunda yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara da feylesof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermişdir. Bundan sonradır ki, müslimânlar arasındaki sapık kimselerin te'sîriyle ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona ermiş, şübheye ve tereddüde düşürülmüş olanlar, itminâna ve emniyyete kavuşmuşlardır. Dahâ sonraki asırlarda ve zamânımızdaki filozofların her dürlü sözlerine, onun eserlerinde cevâblar bol bol bulunmakdadır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tesavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemâllerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere, kendisinden önce yaşamış velîlerin sekr hâlinde, ya'ni tesavvufda kendinden geçme hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlıyamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmânlık yapılmasına ve îmânlarının ve i'tikâdlarının tehlükeye düşmesine mâni olmuşdur. Böylece o büyük velîleri kötülemek veyâ medh etmek şeklinde de olsa, iftirâlar atılmasına son vermişdir. Tesavvuf deryâsından bol bol saçdığı yüksek ma'rifetler, beliğ ifâdeler ve fasîh sözleri ile, çok kimsenin anlamak ve anlatmakdan âciz kaldığı yüksek hakîkatleri, cândan arzûlayanlara sunarak, bu sonsuz deryâdan susuzlarının hararetini teskîn etmişdir. Yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde taklıp kalanları çok yükseklere çıkarmışdır. Sorulan bütün süâllere cevâblar vererek, tesavvufda iyi anlaşılmıyan bir yer bırakmamışdır. Mürşidlik, mürîdlik, tarîkat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma'rifet, kerâmet gibi kelîmeleri çok mükemmel bir şeklide açıklamış, bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslimânları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünyâya düşkün bozuk tarîkatçıların maskelerini indirmişdir. Bu husûsda esâsları, düstûrları açıklamış, bütün bu ism ve sıfatların, asllarını ve hakîkatlerini gözler önüne sermişdir. Böylece bu yoldan, tesavvuf kelîmesi perde edilerek, İslâm dînine bozuk inanç ve ibâdetlerin, uydurma merâsim ve toplantıların, her dürlü sapıklık ve hurâfelerin girip yerleşmesini önlemişdir. Vilâyetin ve velîliğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl vilâyetin Allahü teâlâyı unutmamak ve Allahü teâlânın ismlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan ma'rifet, yakınlık olduğunu, tesavvufun, İslâm dîni dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allahü teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok vecîz şekilde îzâh etmişdir. Böylece din bilgisi az olanların ve hakîkî tesavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma'rifet ve kerâmet sâhibi hakîkî velîlerle karıştırılmasına mâni olmuşdur. Kısacası onun tesavvuf deryâsında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmamışdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kitâblarında, mektûblarında, sohbetlerinde ve günlük hayâtında, bütün bid'atlerle şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş olan nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydâna çıkarmışdır. Bid'atlerin en çirkinin i'tikâdda ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlara ve ibâdetlere sokulmak istenen bid'atler ile mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermişdir.
Ayrıca zemânındaki bütün fen ilmlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yapdığı açıklamalar, bu ilmlerin mütehassıslarını hayretde bırakmışdır. Meselâ, atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dörtyüz sene önce açıklamışdır. Bu husûs, fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrîbeler sonucu anlaşılabilmişdir.
Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dîni, bilhassa Hindistânda çok kuvvetlendi. Ekber Şâh zemânında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi. İnançsızlardan pek çok kimse onun elinde müslimân oldu. Binlerce fâsık tevbe etdi. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm Hân, Nüvâb Ferîd Mürtedâ Hân, Muhammed a'zam Hân gibi birçok kuvvetli, kudretli vâlî ve kumandanları, te'sîrli mektûbları ile İslâmiyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâ'at i'tikâdını beyân etmeğe teşvîk ve muvaffak eyledi. Bunlar da emr-i şerîflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarf edip, dînin kuvvetlenmesine hizmet etdiler. Öyle oldu ki, bid'at ve küfr zulmeti kalkıp, îmân ve sünnet nûru yayıldı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tesavvufda kendi yolunu bildiren, yüksek ma'rifetlerle dolu bir mektûbun sonunda şöyle yazmışdır: "Allahü teâlânın bu fakîre gösterdiği yol budur. Başlangıçdan sonuna kadar beni mümtâz eylediği yolun aslı, nihâyetin başlangıcına yerleştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl ve temel üzerine birçok binâlar kurdurdular, köşkler yapdırdılar. Eğer bu asl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkanddan tohum getirip, aslı Medîne ve Mekke toprağından olan Hindistâna ektiler. Fazîlet suyu ile terbiye eylediler. Bu fazîletler ve ihsânlar kemâle gelince, bu ilm ve ma'rifet meyvelerini verdi. Allahü teâlâya bu ni'metlerinden dolayı hamd-ü-senâlar olsun."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tesavvufda gösterdiği yola "Müceddidiyye" denilmişdir. Tesavvuf; bir müslimânın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilmdir.
Tesavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânileşmesi, ya'nî kalbe yerleşmesi ve şübhe getiren te'sîrlerle sarsılmaması içindir. Akl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Ra'd sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: "Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur." Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hâtırlamak, O'nun rızâsına uygun iş yapmak demekdir. Tesavvufun ikinci gayesi; fıkh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günâh olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tesavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tesavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü'yâlar görmek için değildir. Tesavvuf ile elegeçen ma'rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyyetin emr ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tesavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin belli usûllerle gösterdikleri, insanları se'âdete kavuşturmak için tesavvufda ta'kîb etdiği bu yollara, tarîkat denilmişdir.
Tarîkatlerin çesidli ismler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı Velînin talebeleri, birbirlerini tanımak ve üstâdları ile ögünmek için, bulundukları yola, üstâdlarının ismini vermislerdir. Tarîkatler başlıca ikidir: (Zikr-i hafî), ya'nî sessiz zikr yapan ve (Zikr-i cehrî), ya'nî yüksek sesle zikr yapan tarîkatler. Birincisi hazret-i Ebû Bekrden gelmiş olup, üstâdlarının adına göre, (Tayfûriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakîkî olan (Bektâşiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi ismler almıslardır. Zikr-i cehrî hazret-i Alîden oniki imâm vâsıtası ile gelmişdir. Bunlardan sekizincisi olan imâm-ı Alî Rızâdan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bagdâdînin çeşidli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr Velîlerin ismi verilerek, kollara ayrılmışdır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan (Kâdirî) ile (Şâzilî), (Sa'dî) ve (Rıfâ'î), Ebû Alî Rodbârî yolundan Ahmed Gazâlî ve Dıyâ-üd-dîn Ebû-Necîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî), Mimsâd-i Dîneverî yolundan yine Ebû Necîb-i Sühreverdî meydâna gelmisdir. İmâm-ı Alîden Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî) hâsıl olmuşdur. (Bedeviyye), Rıfâ'iyyeden hâsıl olmuşdur.
Tarîkat, zikr ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikr, Allahü teâlâyı hâtırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O'nun emrlerine ve yasaklarına sarılmakdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât)ın üçüncü cild 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuşdur:
"İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaşdırır. Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve bunların sahâbîleri bu yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fekat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yokdur. Ya'nî vâsıl olduktan sonra, doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz. İkinci yol, (Vilâyet yolu)'dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol (Sülûk) yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Alî Mürtedâ (kerremallahü teâlâ vechehü'l-kerîm)dir. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahdan "sallallahü aleyhi ve sellem" gelen feyzler, ma'rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımat-üz-Zehrâ, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn "radıyallahü anhüm", bu makâmda, hazret-i Alî ile ortakdırlar. Öyle sanıyorum ki, hazret-i Alî, dünyâya gelmeden önce de, bu makâmda idi. Vefât etdikten sonra da, bu yolda her velîye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünki kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makâmın sâhibi odur. Hazret-i Alî vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Dahâ sonra oniki İmâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi.
Abdülkâdir-i Geylânî "kuddise sirruh", dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavuşdu. Ondan sonraki kutblara, nücebâya ve bütün evliyâya oniki imâmdan gelen feyzler ve bereketler bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir velî bu makâma kavuşamadı. Bunun içindir ki; "Önceki velîlerin güneşleri batdı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmıyacakdır" buyurmuşdur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını, güneş ışıklarının yayılmasına benzetmişdir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demişdir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki imâmın vazîfeleri verilmişdir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuşdur. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona "Gavs-ül-a'zam" denilmişdir.)
Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. Hazret-i Îsâ "aleyhisselâm", hazret-i Mehdî ve İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" "Nübüvvet yolu" ile vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâçları yokdur. Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh" nübüvvet yolunda, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" vekîlidir:
Resûlullahın vârisi, müceddîd-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid, tesavvufda Veysel Karânî.
Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü'mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce İmâm-ı Rabbânî.
İyi bildi ilm-i hâli, dîne uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihânı, oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan hem de vâlî,
Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.
Hocası Muhammed Bâkî-billahı "rahmetullahi aleyh" ziyâret için Delhîye gidişleri:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir müddet Serhendde talebe yetiştirmekle meşgûl olup, insanlara doğru yolu anlatdıktan sonra, hocası Muhammed Bâkî-billahı ziyâret için Delhîye gitdi. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından dahâ yukarıya götürdüler. Bütün bu lütûfları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billaha öyle edeble davranıyordu ki, dahâ fazlası mümkün değildi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "Hâce Hüsâmeddîn Ahmedden işitdim. Hocam İmâm-ı Rabbânîyi "kuddise sirruh" medh edip övdükten sonra şöyle buyurdu: "Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmakla beraber, edebe riâyetde, hocamız Muhammed Bâkî-billah'ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabânî hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasîb oldu."
Muhammed Bâkî-billahın "kuddise sirruh" sevdiklerinden biri, Muhammed Hâşim Keşmîye şöyle anlatmışdır: "Hocamız Bâkî-billah bu yüksek talebesine, ya'nî senin üstâdına (İmâm-ı Rabbânîye), nihâyetsiz lütûfları ve ona hürmet etmeği hasseten bildirdikleri zemânlar, bana onu huzûruna çağırmamı emr etdi. Hemen huzûruna gidip, İmâm-ı Rabbânîye "kuddise sirruh"; "Hocamız sizi istiyor" dedim. Bu haberi duyar duymaz, korkan insanların rengi değişdiği gibi, yüzünün rengi değişdi. Zevallı bir kimsenin çok korkduğu zemân, titremesi gibi bir hâle düştü. Ben kendi kendime; "Sübhânallah! "Yakın olanlarda, hayret de çok olur" mısra'ını duymuştum, şimdi gözlerimle de görüyorum" dedim."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mebde' ve Me'âd) risâlesinde şöyle buyurmuşdur: "Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billaha hizmetde diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakîr yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem'iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" zemânından sonra dünyâda çok az görülmüşdür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" zemânında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ammâ, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin se'âdetli sohbetinden de mahrûm kalmadık. Bunun için bu büyük ni'metin şükrünü yerine getirmek lâzımdır. Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuşdu."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defâ huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrâr memleketine döndü. Bir müddet dahâ tâliblere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuşdu. Bu hâllerini hocasına mektûblar yazarak bildirdi.
Dahâ sonra üçüncü defâ hocasını ziyârete gitdi. Bu ziyâretinden sonra Delhîden Serhende dönüp birkaç gün kaldı ve Lâhor şehrine gitdi. Lâhor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyn gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuşdular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhorda bulunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edeb gösterdiler. Nice muamma ve zor mes'eleleri ondan sorup doyurucu cevâblar aldılar.
Hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefâtı;
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Lâhordaki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bâkî-billahın vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haberi duyunca, hemen Delhîye gidip mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etdi. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine ta'ziye de bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billaha gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de, muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağlandılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de yüksek hocasının emrine, vasiyyetlerine ve buradaki kalbi yaralıların ricâlarına uyarak, bir müddet Delhîde kaldı. İrşâdlarının te'sîri, feyzlerinin bereketi ile, talebelerin sohbete devâm ve gayretleri, hocaları Hâce Muhammed Bâkî-billahın hayatda olduğu zemânki gibi yeniden tazelendi. Teveccüh eserleri ve cezbe nûrları, bu talebelerin hâllerinde görünmeğe başladı. Bu gayretli yetişdirme ve feyz verme sırasında, ba'zı çekemeyenler oldu ise de, İmâm-ı Rabbânî hazretleri onlara nasîhat etdi. Bunu da dinlemiyenler sonunda yaptıklarına pişmân olup afv dilediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de ihsân ederek onları afv etdi. Böylece pekçok kimse sohbetlerinden ve feyzlerinden istifâde etdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billahın her sene, vefât etdiği ay olan Cemâzil-âhır ayında, Serhendden hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve tekrâr Serhende dönerdi. İki üç def'a da Akra'ya teşrîf etdi. Bundan başka Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayâtının sonuna doğru, zemânın sultânının ısrârı üzerine, iki-üç sene kadar ba'zı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesîle ile onun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasîblerini aldılar.
Fadl ve kemâlin şöhret bulması, hased edicilerin çoğalmasına sebeb olur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, asırlarda benzeri az yetişen, müstesna bir İslâm âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtından bin sene sonra da İslâm düşmânları dîne, îmâna insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî "kuddise sırruh" gibi bir müceddid yaratdı. Ona derin ilmler ihsân eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmânlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, bâtılı, çok kalblerden kaldırdı. Bu yüce İmâm'ın mektûbları ve kitâbları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, iknâ edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet i'tikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören ba'zı sapık kimseler, ona cebhe aldılar, hased ve iftirâ etmeğe başladılar. Fadl ve kemâlin şöhret bulması, hased edicilerin çoğalmasına sebeb olur. Âdem aleyhisselâmdan beri böyle olmuşdur. Câhillerin hasedi, hased olunanda ni'metlerin çokluğunu gösterir. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyuruyor ki: (insanlar içinde belâların çoğu peygamberlere "aleyhimüssalâtü vesselâm", sonra âlimlere ve dahâ sonra da, sâlihlere gelir). imâm-ı Rabbânîye de "kuddise sirruh" belâlardan çok nasîb düşdü. Nasıl düşmez ki, müceddid-i elf-i sânî idi. Ya'nî Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden "sallallahü aleyhi ve sellem" bin sene sonra, dîn-i islâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişdi. Yenilemek, değişiklik yapmadan kolayca olur mu? Günâhların, bid'at ve hurâfelerin çoğaldığı, dalâletin yayıldığı, bilhâssa vahdet-i vücûd taklîdcilerinin din âlimi tanındığı bir zemânda, islâm dînini kuvvetlendirmek, bunları temizlemek kolay mıdır?
Şâh Ahmed Veliyyullah-ı Dehlevînin 1176 [m. 1762] oğlu Mevlânâ şâh Abdül'azîz 1239 [m. 1824] "rahime-hümullahü teâlâ" diyor ki: (Vahdet-i vücûd, müslimânlar arasında çeşidli şekllere sokuldu. Câhiller, büyüklerin sözlerinin ma'nâlarını anlamıyarak zemânla dinden çıkdı. Bu yüksek ve kıymetli bilgi, dînin yıkılmasına yol açdı. Tekke şeyhleri, bu yüzden, zındıklığa sapdı. Tutdukları yol, câhil halk arasında yayıldı. [Bu hâl islâm düşmânlarının ekmeklerine yağ sürdü. Dinsizleri ve ahlâksızları tesavvuf şâiri diye tanıtmağa, bunların küfr dolu sözlerini, edebiyyât kitâblarında gençlere okutmağa başladılar.] Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, imâm-ı Rabbânî "radıyallahü anh" gibi bir müceddid yaratdı. Ona derin ilmler ihsân eyledi. Bununla, kullarının zihnlerini temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, bâtılı çok kalblerden kaldırdı. işte, bunun için ba'zı kimselerin cefâsına, oklarına ve iftirâlarına uğradı. Birçok âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, imâmın etrâfına ve hizmetine koşuşmaları da, hasedcileri artdırdı. imâmı tehlükeye düşürmek için, hîlelere başladılar. Meselâ, Cüneyd, Bâyezîd gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor, diyerek, câhil tabakayı aldatdılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdü inkâr ediyor, diyerek, görüşleri kısa olanları, imâmdan soğutmağa başladılar. Onu sevenlere de, meşâyih- i izâmı inkâr ediyor, Allahü teâlânın ma'rifetine vâsıtasız olarak kavuşdum diyor, dediler. Nihâyet, hükûmeti tanımıyor, kanûnlara uymuyor diye siyâsî leke sürmeğe uğraşdılar. Bir müslimânın söyliyemiyeceği iftirâları söylediler.
Meşâyih-i kirâmı aşağı görüyor sözü, temâmen iftirâ idi. (Mektûbât)da onlara nasıl hurmet ve ta'zîm etdiğini ve her asrda, düşmânların ele aldıkları sözlerine ne güzel ma'nâlar verdiğini, iyi ma'nâya çeviremediklerine de, başlangıcda hatâ ile söylenmiş olup, sonra yüksek derecelere yetişerek bunları düzeltmişlerdir, dediğini okuyanlar, hemen anlar. Keşfdeki hatâların, ictihâd hatâları gibi afv olunduğunu, belki sevâb verildiğini bildirmekdedir. Vahdet- i vücûdü de inkâr değil, ne güzel îzâh etdiğini ve bu mes'elede hem islâm dîninin nâmûsunu koruduğunu ve hem büyüklerin hürmetlerini gözetdiğini, (Mektûbât)ı okuyanlar bilir.
Evliyânın büyükleri, hattâ, Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât", böyle belâlara, musîbetlere yakalanmışlar ki, zemânımızın evliyâsı ve sâlihleri tesellî bulsun ve câhiller de zemânın evliyâsını derd ve belâda görerek, onları fenâ bilmesin. Bu inceliği anlıyamıyan târîhciler, Evliyânın iyi günlerini yazıp, beşeriyyet îcâbı olan hâllerini yazmıyor, bunları okuyan ehâlî de onları melek gibi sanarak seviyorlar ve kendi zemânlarında sâlih, müttekî ve evliyâ gibi diye işitdikleri bir kimsede insanlık îcâbı bir hâl görünce, onu kötü bilip, ondan istifâdeden mahrûm kalıyorlar. Hattâ onu çekişdirip, çok büyük günâha giriyorlar. Bilmiyorlar ki, Allahü teâlâ, sevdiklerini insanlığa lâzım olan hâllerin içinde saklamakdadır. Nitekim (Sevdiklerimi saklarım. Onları herkes tanıyamaz) buyurmakdadır. Bu husûsda imâm-ı Rabbânî "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" Mektûbâtda çok şeyler bildirdiği gibi, Muhyiddîn-i Arabî "kuddise sirruh" da, (Fütühât) kitâbında diyor ki: Kalbi kıran, nefsi terbiye eden bir kusûr, nefsi azdıran, kalbe gurûr getiren ibâdetden fâidelidir.
O zemânın sultânı olan Selîm Cihângir hânın devlet adamları, hattâ büyük vezîri ve baş müftîsi ve hattâ haremi Ehl-i sünnet değildi. Hâlbuki imâmın birçok mektûbları ve bilhâssa ayrıca yazdığı (Redd-i revâfıd) risâlesi, mezhebsizleri red etmekde, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmakdadır. imâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâda bulunan en büyük Özbek hânı Abdüllah-ı Cengizî hâna yollamışdı. (Bunu Îrânda şâh Abbâs-ı Safevîye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb câiz olur) demişdi. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdüllah hân, Hirâtı ve Horasandaki şehrleri aldı. Buralarını yüz sene evvel Safevîler almışdı. İşte bundan sonra, Hindistândaki mezhebsizler elele verdiler, İmâmın, üstâdına yazmış olduğu, birinci cildin onbirinci mektûbunu sultâna göndererek (O kendini herkesden, hattâ Ebû Bekrden "radıyallahü anh" dahâ yüksek biliyor ve iddi'â ediyor) dediler. Selîm Cihângir Şâh, oğlu Şâh Cihânı gönderip, İmâmı ve evlâdını ve yetişdirdiği büyükleri da'vet etdi. Hepsini öldürmeğe karar verdi. Şâh Cihân, bir müftî ile İmâm-ı Rabbânîye gitdi. Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı Rabbânînin hâlis olduğunu biliyordu. Babama secde edersen, seni kurtarabilirim, dedi. İmâm, bu fetvânın, zarûret zemânında izn olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi. Evlâdını ve eshâbını bırakıp yalnız geldi. Sultân, onbirinci mektûbu gösterip ma'nâsını sordu. O kadar güzel ve doyurucu cevâb verdi ki, Sultân, yüksek hakîkatleri ve esrârı anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neş'elendi ve serbest bırakıp afv diledi. Hasedciler, sultânın hoş, kendi uğraşmalarının boş olduğunu görünce, sultâna, bunun adamları çokdur. Sözleri bütün memleketde yürürlükdedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir. Ne kadar kendini beğenmiş ki, sizi bile küçük görüp, secde ile saygı göstermedi. Hattâ, selâm bile vermedi, dediler. İmâm, içeri girince, sultânı, serhoş, kızgın, azgın, ya'nî hürmet ve değerden kendini sıyırmış görerek, selâm vermemişdi. Meclisde uzun konuşmadan sonra, Güvalyar kal'asında hapsini emr etdi. Bu kal'a, memleketin en sağlam ve korkunç kal'ası idi. Bülbüllerin, aşağı insanların kafesine sokulması gibi, imâmın "radıyallahü anh" mubârek güneş yüzü, müslimânların nazarından perdelendi. Ayın ondördü, siyâh bulutla örtüldü. Hindin meşhûr edîbi, Âzâd ismi ile anılan seyyid gulâm Alî, o gecenin kararışını gâyet güzel şi'rleri ile hâtırlatmakdadır.
İmâm-ı Rabbânî "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" dahâ önceleri, (Yetişdiğim derecelerin üstünde, çok dahâ makâmlar var. Oralara yükselmek, Celâl ile, sert terbiye edilmekle olabilir. şimdiye kadar Cemâl ile, okşanarak terbiye edildim) buyurmuşdu. Eshâbından ba'zısına, (Elli ile altmış arasında üzerime derdler, belâlar yağacak) demişdi. işte dediği gibi oldu. O makâmlara da yükselmek nasîb oldu.
Kal'ada mahbûs bulunan binlerce kâfir, imâmın "kuddise sirruh" bereketi ile îmân ve islâm ile şereflendi. Birçok günâhkâr, tevbe etdi. Hattâ, ba'zıları yüksek âlim oldu. Hattâ, sultâna onbirinci mektûbu anlatırken, orada bulunan, ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, imâmın dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek, müslimân olduğu meşhûrdur. Sultânın vezîri, zindanda imâmın başına kardeşini ta'yîn etmiş ve çok şiddetli davranmasını söylemişdi. Bu ise, imâmdan çeşidli kerâmetler, üzülmek yerine, heybet, sabr ve hattâ neş'e görerek tevbe eylemiş, sapıklık yularını çıkararak, Ehl-i sünnet gerdanlığı ile zînetlenmiş ve imâmın "kuddise sirruh" hâlis talebesinden olmuşdu.
İmâm "radıyallahü anh" mahbûs iken sultândan râzı idi. Yapdığı bu işinden memnûn idi. Ona hep hayr düâ ediyordu. Hattâ, imâmın "kuddise sirruh" eshâbından ba'zısı, sultâna kasd etmek istedi. Bunu yapabilecek kudretde idiler. Fekat imâm onları, rü'yâlarında ve uyanık iken men' etdi. Sultâna hayr düâ etmelerini emr etdi. (Sultânı incitmek, bütün insanlara zarar verir) buyururdu. Zindandan evlâdına yazdığı mektûbları, Mektûbâtdan okuyanlar, bunları iyi anlar.
Sultân Selîm Cihângir hânın oğlu şâh Cihân "rahimehullahü teâlâ" babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde, zafer kazanamadı. O zemânın evliyâsından birine hâlini anlatıp düâ istedi. Velî dedi ki: Senin zafer kazanman için, vaktin dört kutbunun sana düâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle berâber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da, imâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî "kuddise sirruh" hazretleridir. Şah Cihân, imâmın huzûruna gelip, düâ etmesi için yalvardı. İmâm "kuddise sirruh", babasına karşı gelmesine mâni' olup nasîhat etdi. (Babana git, elini öp, gönlünü al! Yakında vefât edecek, saltanat sana kalacakdır) diye müjde de verdi. Şâh Cihân, emrlerini dinledi. Arzûsundan vaz geçdi. Az zemân sonra 1037 [m. 1627] de, babası vefât edince, saltanata kavuşdu. Hasedcilerin imâm için, sultânı dinlemiyor, kanûnlara karşı geliyor, sözlerine hiç inanılır mı?
İmâm "kuddise sirruh" kal'ada iki veyâ üç sene kaldıktan sonra, sultân yapdığına pişmân oldu. Habsden çıkarıp ikrâm ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını emr etdi. Sonra serbest bırakıp ihtiramla vatanına gönderdi. İmâm-ı Rabbânî "rahmetullahi teâlâ aleyh", evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak avdet buyurdu. Bundan sonra yazdıkları mektûblardaki hakîkatleri, ma'rifetleri, esrârı ve incelikleri ancak evlâd-ı izâmı ve yetişdirdiği hülefâ-i kibârı anlıyabilir. Bu kıymetli mektûbları ile Mektûbâtın üç cildi temâm olmuşdur.