ÜÇYÜZİKİNCİ MEKTÛB

 

Bu mektûb, zâhir bilgilerini toplamış ve bâtın sırlarına kavuşmuş olan oğlu şeyh Muhammed Ma'sûm hazretlerine yazılmışdır. Vilâyet-i evliyâ ve Vilâyet-i enbiyâ ve Vilâyet-i mele-i a'lâ arasındaki farklar ve Peygamberliğin, Evliyâlıkdan üstün olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâ anlayışını artdırsın! (Vilâyet),  evliyâlık demekdir. Allahü teâlâya yakın olmakdır. Bu yakınlık, araya zıl karışmadan olamaz. Arada perdeler bulunur. Evliyânın vilâyetinde zıl olduğu meydândadır. Peygamberlerin vilâyeti "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" her ne kadar zıllerden kurtulmuş ise de, ismlerin ve sıfatların perdeleri araya karışır. (Vilâyet-i mele-i a'lâ)  "alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât", her ne kadar, ismlerin ve sıfatların perdelerinin üstünde ise de, Zât-i ilâhînin i'tibârlarının ve şü'ûnun perdelerinden kurtulamaz. Kendisine zıl hiç karışmıyan makâm, yalnız (Nübüvvet)  ve (Risâlet) dir. Bu makâm, sıfatların ve i'tibârların perdesi üstündedir. Bundan dolayı, Peygamberlik, Evliyâlıkdan üstündür. Nübüvvetin yakınlığı, zâtadır, asladır. Nübüvveti ve inceliğini anlıyamıyan, vilâyeti, nübüvvetden dahâ üstün sanır. Görülüyor ki (Vüsûl),  ya'nî kavuşmak, nübüvvet mertebesindedir. (Hüsûl)  ise, vilâyet makâmındadır. Çünki, zıl karışmadan hüsûl olmaz. Vüsûl ise, zıllerin dışındadır. Bundan başka, hüsûlün sonunda, ikilik kalkar. Vüsûlün sonunda ise, ikilik vardır. İkiliğin kalkması, (Evliyâlık makâmı) na uygundur. İkiliğin kalması ise, (Nübüvvet makâmı) na yakışır. İkiliğin kalkması, vilâyet makâmına uygun olduğu için, vilâyet makâmında, her zemân sekr bulunur. Nübüvvet mertebesinde ikilik bulunduğu için, bu mertebede hep sahv, şü'ûr bulunur. Bundan başka, ister sûretlerle, şekllerle olsun, ister renklerin ve nûrların perdeleri altında olsun, bütün tecellîler vilâyet makâmlarında ve bu makâmların başlangıcında olur. Nübüvvet mertebesinde ise, asla vüsûl nasîb olmuşdur. Tecellîlere ve zuhûrlara lüzûm kalmamışdır. Çünki bunlar, aslın zılleridir, görüntüleridir. Asl mertebesine varmadan önce, başdan ilerlerken de bu tecellîlere ihtiyâc yokdur. Eğer, asla vilâyet yolundan yükseliyorsa, tecellîler olur. Fekat, bu tecellîler Peygamberlik kemâlâtına kavuşduran yoldan değil, vilâyet yolundan gelmekdedir. Sözün kısası, tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden olur. Zıllere bağlı olmakdan kurtulmuş olanlar, tecellîlere muhtâc olmakdan kurtulmuş olanlar, tecellîlere muhtâc olmazlar. Vennecmi sûresindeki, (Gözü hiç ayrılmadı)  âyet-i kerîmesinin inceliğini buradan anlamalıdır.

Yavrum! Aşk feryâdları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevâcüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîlerde, zıllerin görünmesinde hâsıl olur. Asla kavuşdukdan sonra, bunların hiçbiri olamaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Bundan başka olan zevkli ve şevkli şeyler burada yokdur. Tesavvufculardan çoğu, böyle şeyleri muhabbet sanmışlardır.

Yavrum! İyi dinle ki, Vilâyet makâmında ikiliğin giderilmesi istenildiği için, Evliyâ, irâdelerini yok etmeğe uğraşırlar. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, (İstemekden kurtulmamı istiyorum) dedi. Nübüvvet mertebesinde ikiliği yok etmek lâzım olmadığı için, irâdeden kurtulmak istenilmez. Çünki irâde, kâmil sıfatlardan biridir. Eğer irâdeye bir aşağılık bulaşmış ise, irâdenin bir aşağı şeye bağlanmasından olmuşdur. Demek ki, irâde sıfatını pis şeye, beğenilmeyen şeye bağlamamalıdır. Hep Hak teâlânın beğendiği şeyleri istemelidir.

Bunun gibi, Vilâyet makâmında, insanlık sıfatlarının hepsinden kurtulmağa çalışır. Nübüvvet mertebesinde ise, bu sıfatların kötü şeylere bağlanmaması aranılır. Bu sıfatların kendileri, kâmildirler. İlm sıfatının kendisi, kâmil sıfatlardan biridir. Eğer buna bir aşağılık gelmiş ise, kötü bir şeye bağlandığı içindir. Demek ki, bunu kötü şeylere bağlamamak lâzımdır. Yoksa, sıfatın kendisini yok etmek lâzım değildir. Bütün sıfatlar da, hep böyledir. Öyle ise, Nübüvvet makâmına Vilâyet yolundan gelen kimsenin, yolda iken, sıfatların kendini yok etmesi lâzımdır. Vilâyet yolundan gelmiyen bir kimsenin, sıfatların kendilerini yok etmesi lâzım olmayıp, bu sıfatların kötü şeylere bağlanmalarını yok etmesi lâzımdır.

Yukarıda bildirilen vilâyet, zıllerde olan vilâyetdir. Buna (Vilâyet-i sugrâ)  veyâ (Vilâyet-i evliyâ)  denir. (Vilâyet-i enbiyâ)  başkadır. Zılden ileri geçmişdir. Bu vilâyetde, insanlık sıfatlarının kötü şeylere bağlanmasını yok etmek lâzımdır. Sıfatların kendilerini yok etmek lâzım değildir. Sıfatların kötü şeylere bağlanmaları yok edilince, (Vilâyet-i enbiyâ)  hâsıl olur "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât".

Vilâyet-i enbiyâdan sonra olan yükselmeler, (Kemâlât-i nübüvvet)  makâmlarında olur. Bundan anlaşılıyor ki, Vilâyetin aslı olmadan, Nübüvvet olamaz. Çünki Vilâyet, Nübüvvetin başlangıcıdır. Fekat kemâlât-i nübüvvete kavuşmak için, zıllerdeki vilâyet hiç lâzım değildir. Birçok Evliyâda, bu da bulunur. Birçoğunda ise, bu vilâyetden hiç geçilmez. Burasını iyi anlamalıdır.

Sıfatların kendilerini yok etmek, bunların kötü şeylere bağlanmalarını yok etmekden dahâ gücdür. Bundan dolayı Peygamberlik kemâlâtına kavuşmak, vilâyet kemâlâtına kavuşmakdan dahâ kolay ve dahâ çabuk olur. Asla kavuşmakda olan herşeyde de, böyle kolaylık ve çabukluk vardır. Asldan uzaklaşdıkca, kolaylık ve çabukluk azalır. Herkes bilir ki, aslın kimyâsı, ya'nî kıymetli maddesi çok olan filizinden, bu maddeyi elde etmek, kolay bir iş ile ve çabuk hâsıl olur. Kıymetli maddesi az olan bir filizin işlenmesinde sıkıntılar ve güclükler artar. Kıymetli maddeye kavuşmak için, bütün bir ömür elden gider, yine de kavuşamaz. Şöyle böyle ele geçenler de, kıymetli maddeye benziyebilir. Çok olur ki, benzeyiş de, zemânla yok olarak, kendi aslına döner. Yalancılık ve adam aldatmak olur. Madde filizinin aslına kavuşan, böyle değildir. Maddeye kolay işle ve çabuk kavuşduğu gibi, yalancılık ve aldatmak tehlükesi de yokdur.

Bu yolun sâliklerinden birçoğu, güc riyâzetler ve ağır mücâhedeler çekerek, zıllerden bir zılle kavuşdukları zemân, güc riyâzetler ve ağır mücâhedelerle aranılana kavuşulur diyorlar. Bundan dahâ kısa, başka bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşdurduğunu bilmiyorlar. Allahü teâlâ ihsân ve ikrâm ederek seçdiği kulunu bu yolla kavuşdurur. Onun için bu yola (İctibâ)  yolu denir. Onların seçdikleri ve mücâhede çekdikleri yola (İnâbe)  yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar pekazdır. İctibâ yolundan kavuşanlar pek çokdur. Peygamberlerin hepsi "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât", İctibâ yolundan gitdiler. Peygamberlerin Eshâbı da, onlara uydukları için, vâris olarak, ictibâ yolu ile vâsıl oldular. İctibâ yolunda riyâzetler çekmek, kavuşmak ni'metine şükr etmek içindir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimize birisi sordu: (Geçmişdeki ve gelecekdeki günâhlarınızın hepsi afv ve magfiret olunmuş iken, niçin bu kadar riyâzetler çekiyorsunuz?) Cevâbında:(Şükr edici kul olmayayım mı?)  buyurdu. İnâbet yolunda gidenlerin mücâhedeleri ise, kavuşabilmek içindir. Aralarındaki farkı düşününüz!(İctibâ yolu),  çekip götürmek yoludur. (İnâbet yolu)  ise, gitmek yoludur. Götürmek ile gitmek arasındaki fark, pek büyükdür. Çabuk çekerler ve çok uzaklara kavuşdururlar. Yavaş giderler ve yolda kalırlar. Behâüddîn-i Buhârî "kuddise sirruh" hazretleri, (Biz ihsân olunmuşlardanız!) buyurdu. Evet, ihsân edilmemiş olsa, başkalarının nihâyeti, bunların bidâyetinde nasıl yerleşdirilmiş olur? Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.

Yine sözümüze dönelim. Bu fakîr, yüksek hocama "kuddise sirruhümâ" yazdığım mektûblardan birinde, bütün istediklerim ortadan kalkmışdır. Fekat, isteğin kendisi dahâ yerindedir, demişdim. Bir zemân sonra, bu isteğin de, istenilen şeyler gibi yok olduğunu bildirmişdim. Hak teâlâ, Peygamberlerine vâris yapmakla şereflendirince "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" irâdenin kötü şeylere bağlanmasının yok olduğunu anladım. İrâdenin kendisi yok olmamışdı. İrâdenin kötü şeylere bağlanmasının yok olması için önce kendisinin yok olması lâzım gelmez. Çok olur ki, yalnız Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile öyle şeylere kavuşulur ki, uğraşmakla ve sıkıntılar çekmekle, bunun onda biri elde edilemez.

Oğlum! Vilâyet makâmında, dünyâdan ve âhıretden vaz geçmek lâzımdır. Âhırete bağlanmağı, dünyâya bağlanmak gibi bilmelidir. Âhıret için çalışmanın, dünyâ için çalışmak gibi iyi olmadığını bilmelidir. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî buyuruyor ki, (Selâmete kavuşmak istersen, dünyâdan selâmet bul, kurtul! Kıymetlenmek istersen, âhıret için eğilme!). Tesavvuf büyüklerinden biri buyuruyor ki, Âl-i İmrân sûresi yüzelliikinci âyetinin,(Dünyâyı istiyenleriniz ve âhıreti istiyenleriniz)  meâl-i şerîfi ikisini isteyenleri de şikâyet etmekdedir. Kısacası, (Fenâ),  Hak teâlâdan başka herşeyi unutmak demekdir. Dünyâyı da, âhıreti de unutmak lâzımdır. Fenâ ve Bekâ, vilâyetin birer parçalarıdır. Bunun için, vilâyetde, âhıreti unutmak lâzımdır. Kemâlât-i nübüvvet mertebesinde âhırete gönül bağlamak iyidir. Âhıret için çalışmak beğenilir, makbûl olur. Hattâ, bu makâmda yalnız âhıret için çalışılır. Yalnız âhıret düşünülür. Secde sûresi onaltıncı âyetinde meâlen, (Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak düâ ederler)  ve İsrâ sûresi elliyedinci âyetinde meâlen, (Rablerinden çekinirler ve azâbından korkarlar)  ve Enbiyâ sûresi kırkdokuzuncu âyetinde meâlen, (Onlar kıyâmet gününden merhamet umarlar)  buyurulmuşdur ki, bu makâm sâhiblerinin hâlini göstermekdedir. Bunlar, âhıret hâllerini düşünerek ağlarlar. Kıyâmet hâllerinin korkusundan sızlarlar. Kabr fitnesinden her zemân, Allahü teâlâya sığınırlar. Cehennem azâbından kurtulmak için, Ona yalvarırlar. Bunlara göre, âhıretden korkmak, Allahü teâlâdan korkmak demekdir. Allahü teâlâyı istemek ve sevmek, âhıreti istemek ve sevmekdir. Çünki Allahü teâlâya kavuşmak, âhıretde va'd edilmişdir ve Allahü teâlânın kulundan rızâsı, âhıretde belli olacakdır. Hak teâlâ, dünyâyı sevmez. Âhıreti sever. Sevilmiyen, sevilen ile hiçbirşeyde bir tutulamaz. Çünki, sevilmiyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür. Beğenilenden yüz çevirmek, sekrdir. Allahü teâlânın da'vet etmesine ve beğenmesine karşı gelmekdir. Yûnüs sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırıyor)  buyuruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze şâhiddir. Allahü teâlâ, aşırı olarak ve sıkı olarak âhırete çağırmakdadır. Âhıretden yüz çevirmek, Hak teâlâya karşı gelmek olur. Onun beğendiği şeyi ortadan kaldırmağa uğraşmak olur. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî, çok büyük olduğu hâlde, vilâyetde ileri gitmiş olduğundan, (Âhıreti istememek kerâmetdir) dedi. Eshâb-ı kirâmın "aleyhimürrıdvân" hepsinin âhıret için çalışdıklarını, âhıret azâbından titrediklerini bilmiyormuş gibi konuşdu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk "radıyallahü anh" birgün, deve üstünde, bir sokakdan geçiyordu. Birisi Vettûri sûresinin yedinci âyetini okuyordu. Meâl-i şerîfi, (Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önliyecek yokdur)  olan âyet-i kerîmeyi işitince, aklı başından gitdi. Deveden aşağı yıkıldı. Kaldırıp evine götürdüler. Günlerce hasta yatdı. Herkes, ziyâretine gelirdi. Evet, sona varmadan önce, Fenâ makâmında iken, dünyâ ve âhıret unutulur. Âhırete bağlılığın, dünyâya bağlılık gibi olduğu sanılır. Fekat, Bekâ şerefi ile şereflenerek, nihâyete kavuşunca ve nübüvvet kemâlâtı ışık salınca, her ân âhıret düşüncesi ve Cehennem korkusu vardır. Bundan Allahü teâlâya sığınmakdadır. Rabbinden Cenneti istemekdedir. Cennetin ağaçları, nehrleri ve hûrîleri, gılmânı, dünyâda olanlara hiç benzemez. Bunlarla hiçbir ilgileri yokdur. Hattâ, bunların zıddı, tersidirler. Kızmak ile beğenmek birbirinin tersi oldukları gibidirler. Cennetin ağaçları, nehrleri ve orada olan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyiliklerin sonuçları, meyveleridir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, (Cennetde ağaç yokdur. Oraya çok ağaç dikiniz!).  Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, (Tesbîh, tahmîd, temcîd ve tehlîl okuyarak)  buyurdu. Ya'nî, (Sübhânallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber)  diyerek Cennete ağaç dikiniz buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Sübhânallahil'azîm ve bi-hamdihi derse, onun için Cennetde bir ağaç fidanı dikilir)  buyurdu. Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyâda harfler ve sesler şeklinde, bu kelimeye yerleşdirilmiş olduğu gibi, Cennetde, bu kemâller ağaç şeklinde bulunmakdadır. Bunun gibi, Cennetde bulunan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyi işlerin netîceleridir. Allahü teâlânın kemâllerinden herhangi biri, bu dünyâda, iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleşdirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennetde, lezzetler, ni'metler perdesi altında meydâna çıkar. Bunun içindir ki, oradaki lezzetleri, ni'metleri Allahü teâlâ beğenir. Bunları tadmak, Cennetde sonsuz kalmağa ve Allahü teâlâya kavuşmağa sebeb olur. Zevallı Râbi'a "rahmetullahi aleyhâ" eğer bu inceliği anlamış olsaydı, Cenneti yakıp yok etmeği düşünmezdi. Ona bağlılığı, Allahü teâlâya bağlılıkdan başka sanmazdı!
Dünyâ lezzetleri, dünyâ ni'metleri böyle değildir. Bunların başlangıcı hep kötülük ve aşağılıkdır. Bunların netîceleri, âhıret ni'metlerinden mahrûmlukdur. Allahü teâlâ, bizi bundan korusun! Dünyâ lezzetleri, eğer islâmiyyetin mubâh etdiklerinden ise, âhıretde bunların hesâbı olacakdır. Allahü teâlâ, eğer merhamet etmezse, hesâba çekilenlerin vay hâline! Eğer mubâh olmıyan lezzetler ise, azâb yapılacakdır. Yâ Rabbî! Kendimize zulm etdik. Eğer bizi afv ve magfiret etmezsen, bizlere acımazsan çok ziyân ederiz. Görülüyor ki, dünyâ lezzetleri başka, âhıret lezzetleri başkadır. Dünyâ lezzetleri zehrdir. Âhıret lezzetleri, fâideli ilâcdır. Âhıreti, yâ mü'minlerin câhilleri düşünür, yâhud da, en yüksek olanlar düşünür. En yüksek olmıyanlar âhıret için üzülmezler. Kerâmet, âhıret için üzülmemekdir derler. Fârisî mısra' tercemesi:

Onlar onlardır; ben de böyleyim yâ Rab!